reklam
Zilfo'da
Menemen molası
www.karadenizolay.com
(özel)- Yola çıkmak için kontağı çevirdiğimizde 2009’un Ağustos
ayında, sıcak bir yaz gününde idik. Darıca da ikindi ezanı
okunuyordu. Tek bir karar almıştık, Bayburt’a gidiyorduk. Hepsi
buydu başka bir planımız yoktu. Nasıl gidecektik, nerden gidecektik,
nerde kalacaktık nerelere uğrayacaktık gibi hiçbir kaygımız olmadan
tamamen kafamıza göre ya da ortama göre alacağımız kararlarla
yaşamak istediğimiz bir tatil hayal etmiştik. Bunu yaşamak içinde
kilometre kadranını sıfırlayıp ezan bitmeden E-5 de 90’ı çoktan
bulmuştuk.
Güneşi arkamıza alıp doğduğumuz topraklara doğru yola
çıktımızda yazın serin rüzgarları şimdiden keyfimizi getirmeye
başlamıştı. Koyu bir sohbetle saatlerle birlikte kilometrelerce
yolda akıp gitmişti. Tosya da akşam yemeğini yemek için mola
vermiştik.
Yol arkadaşım Bayburt Aydıntepeli Kadir, karayağız bir
doksanlık boylu tipik Bayburtlu işte, memleket rüzgarları gibi sert
mizaçlı yüzü ve o yüzüne yakışan deli dolu, bir o kadar da naif
tavırları bizim ‘deli kadir’imizdi. Kafa dengi tam bir yol dostu.
Bir sözümle onca işini bırakıp benle bu maceraya atıldı. Kim sevmez
böyle dostu.
Yemek bittiğinde
karanlık iyice çökmüştü. Bu sefer direksiyona Kadir geçti Tosya
yolundan devam ederek Amasya üzeri gecenin yarısında Reşadiye ye
varmıştık bir çay içmek için benzinlikte mola verdik . kadir bir ara
direksiyonda uyuyor gibiydi. Çay içip kalktık . Reşadiye’nin içinde
otel aramaya başladık, termal otel bulmuştuk şansımıza. Otele
yerleşip odalarımıza çekildiğimizde saat gecenin biri olmuştu. Derin
bir uykunun ardından kuşluk vakti tekrar yola girmiştik. Uzun
seneler öncesinde geçtiğim bu yolların kenarında çok değişiklikler
olmuştu. Sık sık yol çalışmaları yolculuğumuzu biraz keyifsiz yapsa
da ileriki yıllarda nasip olursa daha kolay yolculukların habercisi
olması katlanmaya değer diye düşünmeden de edemiyorduk. Ayrıca
sakal tutan geçidinden aşağıya doğru sallandığımızda öğlen geçmişti
hava mükemmeldi, güneş tepemizdeydi, temiz yayla havası serin serin
ciğerlerimize dolmaya başladığında klimanın düğmesini çoktan
kapatmıştık.

İnsan buralarda nefes aldığını ancak hissedebiliyordu. Küçükken ne
manaya geldiğini anlamadığım çiğ tünellerini geçip Erzincan’a 10
kilometre kala Yanlızbağ köyünden sola dönerek E-80 karayoluna veda
ettik. Gümüşhane - Erzincan yoluna girmiştik (D-885) . Pösge dağının
o doyulmaz manzarasını seyretmek için küçük molalarla zaman zaman
durup bol bol fotoğraflar çektik. Hayatımda gitmekten en çok keyif
aldığım yoldu burası her taraf ta ayrı bir renk her çeşit renkteki
çiçeğe inat toprakta buralarda renk renkti. Kelkit ve köseyi geçip
Bayburt’a vardığımızda vakit yine ikindiyi bulmuştu. Köye çıkacaktık
bu sırada eski dostlardan bir kaçını hemen telefonla arayıp ayaküstü
de olsa görüşüp sarılıp şakalaştık, hasret giderdik.
Köye çıkmadan biraz alışveriş yaptık. Kadir’i anne babasına
kavuşturduktan sonra onu Aydıntepe’ye bırakıp yalnız başıma
Pamuktaş’a doğru kestirme yoldan giderken geniş Aydıntepe ovasını
ortasından bölen toprak yolda ilerlerken biçilmiş buğday tarlasında
fare avlamaya çalışan tilkinin beni hiç umursamaması, durup onu
bana güzel bir izleme fırsatı verdi. Yol boyunca hafif rüzgara
kendini kaptırıp uçuşan öbek öbek kar beyazı bulutlara bakmak
doyumsuz bir keyif veriyordu. Buralarda her şey o kadar net ve
temizdi ki arkamda bıraktığım şehir hayatı aslında bizleri ne kadar
da anlamsız yaşadığımızı anlatıyordu. Yol kenarında selamlamaya
duran askerler gibi ip gibi dizilmiş uzun boylu kavak ağaçlarının
hışırdayan yaprakları ile kendince tutturdukları türküyü
söylüyorlardı.
Akşar Beldesi( Balahor köyü)ne döndüğümde karşımda ki tepe
üzerinde duran türbede yatan büyük Alim OSLU Hoca’nın ruhuna Fatiha
okudum. Yeri gelmişken Oslu Hoca hakkında biraz bilgi vermek
gerekir. “Oslu Hoca tarihten 160 yıl kadar önce yaşamış bir alimdir.
Hocamızın asıl adı, Hacı Hasan Efendi’dir. Şair Zihni’nin şu
mısraları ile “ Bir kılı kırk yarar, Oslu gibi alim var, Sürmene
nin os köyündendir. Çeşitli medreselerde arapca ve farsca tahsil
görmüştür. Bir çok el yazması kitabı hala torunlarında mevcuttur.
Medrese arkadaşlarından birisi de Bayburt yöresinde tanınan büyük
alim İRŞADİ BABA dır . iki alimde birbirlerini hangimiz erken
ölürsek diğeri onu yıkayacaktır diye kavilleşmişlerdir. İlk olarak
hakkın rahmetine İrşadi Baba kavuşunca Oslu Hoca onu yıkamıştır. OS
lu hocanın türbesinde iki mezar vardır . diğeri de hanımı dudu nun
mezarıdır ."

köy içinden geçip Pamuktaş köyüne döndüğümde karşımda yine başı
dumanlı Zilfo dağı beni (Erzurumlu Aşık Reyhaninin deyimiyle)
‘selamlayıp hoş geldin’ dedi. Hiç bitmeyen Karadeniz rüzgarları yol
kenarındaki kavakların ucunu eğip eğip duruyordu. Yıllardır
değişmeyen bu direnişe şahit bulutlar üzerimden geçip gidiyordu.
Küçükken yüzdüğümüz dere yanıbaşımda idi yine , yol üstünde küçük
tepenin üstünde , hafifçe duvarı yıkılmış Ali dayının havuzunu
görünce yılların ötesine gittim.
9 veya 10 yaşlarında vardık . yüzmek için Ali dayının (Bu arada ali
dayının lakabı Tusali idi ve dere üzerinde yapılmış geçici sulama)
havuzuna gelmiştik . Ali dayı rahmetlisi havuza girdiğimiz için bize
hep kızardı. Bunun için etrafa bakınıp ali dayının olmadığını
anladıktan sonra üzerimizde ne varsa çıkarıp serin sulara atılıp
tepişmeye, yüzmeye başlamıştık. Öyle mayo falan yok kimsede herkes
anasından doğduğu gibi suyun içinde idi. Derken aradan çok uzun bir
süre geçmemişti ki ali dayının o gür sesi duyuldu. Havuzun başında
korkudan ne yapacağımızı şaşırdık. Havuzdan çıkan tarladan aşağıya
kaçmaya başladı . 7 veya 8 çocuktuk her birimiz bir taraf kaçıştık.
Ali dayı elinde değneği ile kısa boyuna denk gelen göbeğini
sallayarak peşimizden koşmaya çalıştıysa da yakalayamacağını
anlayınca kısa sürede vazgeçti. Ama elbiseler orda kalmıştı.
Yeterli güvenli bir uzağa ulaştığımızda dayaktan kurtulmuştuk,
herkes taş devrindeki görüntüsü ile kuşburnu gafullarının arkasında
toplandık.Kimilerimiz köy yolunun kenarındaki değirmen arkının
kenarındaki kuşburnu ve fincan gafullarının arkasında saklanıyordu.
Elbiseleri almanın bir yolunu aradıksa da bulamadık ve hepimiz
tekrar havuzun yanındaki alı dayının yanına gittik bir daha
girmeyeceğimize söz vererek herkes nasibi olan bir değneği yedikten
sonra elbiselerimize kavuştuk.

30 yıl öncesi yaşadığımız bu hatıra ile rahmetli Tusali dayıyı
hatırlamak buruk bir tebessüm bıraktı üzerimde.Orada bir Fatiha
okudum ruhuna Alidayının. Neden bizim havuza girmemize müsaade
etmezdi anlamazdık. Tek kabahatimizse havuza atladığımızda etrafa
saçılan suyun ziyan olması idi . birde bazı cocuklar havuza taş
attıklarından büyüklerin kızmasına sebep buydu . oysa biz yüzmeyi
bu havuzlarda öğrendik.
Köye vardığımda muhtar mecit amca ve eşi ile sarılıp
kucaklaştık. Oturup hasbehal etik. Dağlar sanki beni çağırıyordu.
Yorgun olmama rağmen arabaya atlayıp vurdum Pamuktaştan yukarı
guycuklara doğru yükseldikce rüzgar artıyordu. Ama o doyumsuz havayı
teneffüs ettikçe ömrüm artıyordu. Arabanın çıktığı yere kadar çıkıp
sonrasında yaya olarak guycukun tepeye ulaştım . Her tarafımda
sırlanmış geven çiçekleri ile beyaz taşların arasına saklanmış horoz
gagaları kan kırmızı ve turuncu renkleri ile ne de güzel
görünüyordu. Bir kaçını koparıp yedim horoz gaglarının. Pamuktaşın
tepesinde rüzgar saçlarımı yalarken karşımda duran zilfonun bulutlu
zirvesini seyrettim . çocukluğumun hayali Zilfo bir gün nasip
olacak sana tırmanacağım diye geçirdim içimden. Yıllardır sana
tırmanmanın hayali ile yaşadım. Ne zaman sana baksam aynı heyecan
sarar içimi. Balkar rüzgarında karanlık yavaş yavaş çökerken geri
dönmenin vakti gelmişti. Ama esas İstanbul’un yaz sıcağında terleyen
bedenim bu dağlarda üşümeye başlamıştı.

Muhtar Mecit amcanın evinde çocuklukla akşam yemeğinde
toplandık . eskilerden açılan sohbetlerle gece yarısına vardığımızda
yine çok değerli dostum mecit amcanın oğlu çucukluk arkadaşım
Ayhan’ın evinde yatmak üzere kalktık. Yolda yine aklıma Zilfo düştü
. Ayhan a
- yarın işin var mı ? dedim
- Sen gelmişken ne işim olur
- yarın Zilfo ya çıkalım mı? dedim
- çıkalım valla seninle çocukluk hayalimizdir.. dedi gülerek
Kısmetse yapacaktır artık bunu .
ZİLFO TIRMANIŞI

O gece başka bir şey yapmadan hemen yattık. Yarın yorucu bir
gün olacağı belli idi. Sabah sekiz sularında kalktım. Yıllar önce
yaptığım gibi caminin yanındaki çeşmeye gittim. Dağdan çıkıp gelen
koca borudan kol kalınlığında gürül gürül akan buz gibi suyu yüzüme
çarptığımda uyanmam çok geç olmadı. Bol bol avuç avuç yüzüme
defalarca çarptım. Yüzümdeki tüm damarların açıldığını
genişlediğini, ferahladığını hissetim. En sonuncusunda da iki elimi
kase yaparak kana kana içtiğimde dişlerimin sızladığını hissettim.
Yüzümü silmeden üzerimi ıslatan damlalara aldırmadan eve doğru geri
döndüm. Ayhan da kalkmıştı. Bu sırada Ayhan’ın kardeşi Muammer
yanımıza geldi. O da bize katılmayı kabul etti.
Aracın bagajını açarak zilfoya götüreceklerimizi kontrol etmeye
başladık. Tüpümüz , tenceremiz çaydanlığımız, bardağımız , şekerimiz
, zeytinimiz domatesimiz, üzümümüz, spor ayakkabılarımız
,kabanlarımız , su kabımız, ve en önemlisi peynirimiz vardı ama bu
bir kahvaltı kabına basılmış peynir bundan tam bir yıl önce yine
Ayhan’ın annesi tarafından yapılıp İstanbul’a bize yolladığı
delipeynirdi. Yıllandığı için tadı mükemmel olduğundan yolculuk için
yanıma almıştım. Artık en güzel yerde zilfo da yenecekti. Yanına
Ayhan taze lavaş ekmeği aldı, dört beş ekmeği rulo yaparak poşete
sarıp arabanın arasına koydu. Artık tüm malzemelerimiz tamamdı. Tabi
en önemlisi bütün bunlara şahitlik edecek fotoğraf makinesini de
unutmadık.

Bundan 7 - 8 yıl öncede Bayburt ta şark görevimi yaptığım
yıllarda yine bir akşam zilfoya tırmanma teklifi ettiğimde rahmetli
Niyazi abi “ tamam yarın” gidelim demişti. Oysa Niyazi abinin iki
bacağı da sigara yüzünden kesilmişti buna rağmen ilk kabul eden o
olmuştu. Rahmetli Enver abi de kabul etmişti. Niyazi abinin zayıf
cılız bir atı vardı onun sırtında çıkmayı düşünmüştü. Ama o atın
oraya tırmanmaya dayanacağı şüpheli idi ama çıkamamış olmamız
yüreğimi burkmuştu. sabah sabah Niyazi abinin isteğini
gerçekleştiremeden ölmesi benim için derinden üzülmeme sebep oldu.
Keşke yapsa idik diye içimden geçirdim. Onlar gibi zilfoya
tırmanamadan ölmek istemem asla.
Allah nasip edecekse bu sefer tırmanacaktım. Ne günlerdi o günler
üç yıllık şark görevim esnasında yaz kış demeden her hafta sonu köye
çıkardım. O güzel insanlarla toplanır ince Mehmet in baklada
toplanır batak oynardık. Çayına veya Leblebi kolasına. Sizler hiç
kolanın içine bir avuç leblebi atıp onu fışkıtmadan içebilmeyi
denediniz mi ? soğuk kış gecelerinde işi abartmıştık. Gençlere
horoz çaldırırdık ve gürül gürül yanan tezek sobasının üzerinde
tereyağlı horozlu pilav yapardık koca bir tencere , oyun sonu
geldiğinde gece saat üç buçukları bulurdu. Buram buram buharlı nefis
kokulu horozlu pilav koca bir sininin ortasına ters yüz edilince
kısa sürede yirmi kaşık hışımla uzanırdı yuvarlak siniye doğru.
Aramızda 60 yaşındakilerde vardı 15 yaşındakilerde vardı. Sohbet
muhabbet vardı. İnsanların birbirlerinden aldığı keyif vardı. O
pilav o kadar lezzetli mi olurmuş, hayatımda yediğim en güzel
yemeklerdi onlar. Ertesi günü horozun sahibine parasını fazladan
öderdik. Gerçi horozu yedikten sonra gençler nerden çaldığını
söylerdi genelde o akşam orada bulunan erkeklerden birinin damından
çalınmıştı. Kimse kızmazdı da bu yüzden. Çünkü suç ortaklarından
birisi de kendisiydi. O sene bahara vardığımızda köyde sadece 5 tane
horoz kaldığını söylediğimde neler yaptığımızı daha iyi
anlayacaksınız sanırım. Pilavı aramızda en güzel Kerani isimli
arkadaş yapardı.

Kerpiç damların sık sık gölgelediği, ortasından kirli suların
sızarak aktığı darıcık yoldan yürüyüş hızıyla ilerleyerek köy
çıkışına vardığımızda çatallaşan yol ayrımının ortasından görünen
kör Yusuf un evinin arkasında ziyaretin tepe tüm haşmetiyle bize
bakıyordu. Kavakların yapraklarının kımıldamaması dağda rüzgar
olmadığını gösteriyordu. Buda havanın açık olacağı için şanslı
olduğumuza delaletti. Buralarda Balkar rüzgarları genelde öğleden
sonra çıkardı erken davranmamız zirveye vardığımızda bize zaman
kazandıracaktı. Taşlovadan yukarı doğru yükselmeye başladığımızda
ekinleri biçilmiş tarlalardan yaban tavuklarının gıdaklamaları
duyulmaya başlamıştı. Arada bir aracın önünden hızlı hızlı karşıya
geçen gelincikler yolculuğun ayrı bir neşesi olmaya başladı. Aha bir
tane daha , diye haykırmalarımız çok hoştu. Arada da yolun
karşısında tarla ortasında gördüklerimiz bazen bize korku ve merakla
bakınıyordu , bazıları da hızlıca kaçışıp yuvalarına dalıyorlardı.

Yol boyu bize eşlik eden küçük dere küçük şırıltıları ile ters
istikamete salına salına akıyordu. Çayırlıklara baktıkça yemlik
topladığımız zamanlar aklıma geldi. Mevsim güze yakın olduğundan bu
zamanda bulunmazdı. Daha çok dağ eriklerinin zamanıydı. Yeni
olgunlaşmaya başlayan kuşburnular bodur ağaçların yaprakları
arasından al al parlıyorlardı. Çukur yayla altlarına geldiğimizde
eski kömür ocaklarının yıkılmış ağızları sol tarafımızda kalmıştı.
Tam da onların üzerinde geniş daireler çizerek dolaşan bir kartal
bizimle hiç ilgilenmediği açıkca belli oluyordu. Yılan gibi
kıvrılarak yükselen toprak yolu bazen küçük vadilerin ortasından
akan parıltılar yayan kaynak suları kesiyordu. En son viraja
geldiğimizde artık ağaçlar kaybolmuştu. Açık camdan giren havanın
daha da serinlediği anlaşılıyordu. Koca bir kayayı döndüğümüzde
yüzümüze serin bir rüzgar vurmaya başladı hemen yolun altında duran
su yalağının içindeki suyun yüzü üşüyormuş gibi titriyordu.

Tam karşımızda duran çukur yaylanın saç çatılı evleri bizi
karşıladı. Ahır katları taştan , üst katlarının yer yer dökülmüş
kireçli, kararmış küçük pencere kepekleri vardı. Mezranın içine
girdimizde her renkte kocaman çiçekleri olan boydan boya bir fistan
giymiş genç bir kız asmakta olduğu çamaşırlarla ilgilenmeye
çalışırken bir taraftan da biz yabancıları süzüyordu. Tezek
istiflerinin arasından geçip caminin yanına vardığımızda. Selam
verecek bir ihtiyar bulduk. O sırada nerden çıktıkları belli olmayan
birkaç meraklı çocuk aracımızın etrafını sardı. İhtiyarla tanışma
faslımız bittiğinde babamı ve dedemi çok iyi tanıdığını anladım.
Dışarıdan buralara geldiğinizde insanlar sizden iki şey ister,
birincisi selam verip hal hatır sormanız , ikincisi de sigaradır.
Dağ başında bir tiryakinin sigarasının bitmesini içmeyenler bilemez
. ihtiyar teklif etmeden ben arka bagajı açarak birkaç paket
sigarayı alıp ihtiyara ikram ettim. Çocukluğumda köyden Araklı’ya
dönmek için sabahın 4 ünde kalkar bu camının yanına kadar yürürdük
ve buradan kalkan kalaycı Hasan’ın Magurüs otobüsüne binerdik.
İhtiyarla vedalaşıp ayrıldık. Hatunyurt un viraja geldiğimizde
araçla katedebileceğimiz yolun sonuna gelmiştik.

ZİLFONUN ETEKLERİ
Arabadan aşağı inip bagajı açtım. Zirveye çıkarmamız gereken
eşyaları çıkarmaya başladım. Fotoğraf makinesi , çaydanlık ve
tefrişatı poşeti. Küçük piknik tüpü ekmekler domatesler peynirler
poşeti anorak mont su kabı derken herkes taşıyabileceği kadar poşet
alınca bana sadece omuz cantam ve su kabım kalmıştı. Bu Ayhan la
Muammere bayılıyorum. Yola çıkacaksan eğer hele de böyle tabiatla
mücadele edeceksen yanındakilerin senden sağlıklı ve dayanıklı
olduğuna dikkat etmek lazım. Yönümüzü güneye çevirdiğimizde
karşılıklı çıplak yamaçların arasından yükselen zilfo, tepesini hala
bizden saklıyordu. Önümüzden geçen küçük derecik iki tepeyi
birbirinden ayıran bir vadi yaratmıştı. Bu küçük dereyi takip ederek
zirveye en kestirme yoldan ulaşabileceğimize karar vermiştik.
Yolumuzu zaman zaman kesecek olan koca kayalıklardan kurtulmanın en
kolay yolu buydu. Eşyalarımı yüklendikten sonra ilk iş olarak hemen
ayaklarımın dibinden akan derecikten pet şişeye buz gibi su
doldurup önce biraz içip üstünü tamamlayarak ağzını kapattım.
Şehirlerde para vererek aldığımız suların yanında bu derelerin suyu
zemzem gibiydi.

Gevenlerin arasından iki ayak sığacak kadar genişlikte yukarı
doğru uzanan patika yolda en önde Muammer ortada Ayhan ve en arkada
ben yavaş yavaş yükselmeye başlamıştık. Yürüdüğümüz patika yolun
paralelinde benzerleri gibi yamaç boyunca set set sayısızca vardı.
Bu yollar, her sabah çukur yayladan güneş doğmadan yollara düşen ,
dağa otlanmaya giden koyun ve inek sürülerinin açtığı yollardı. Bu
yollar olmasa dağın yüzeyini kaplayan gevenler geçit vermezdi.
Nefesim biraz zorlanmaya başladığında dönüp
geriye baktığımda hatun yurt virajın da bıraktığım arabamın epey
küçülmüş olması epey yükseldiğimizi gösteriyordu. Pet şişeden bir
yudum su alıp ağzımı ıslattım. Ayhan bu sırada geçen muhtarlık
seçimlerinde geçen olayları anlatıyordu. Aradan bir saat geçmişti.
Benim
ayaklar yavaş yavaş ağrımaya başlamıştı. Yemyeşil çimenlerin üzerine
uzanıp soluklanmaya başlayınca beni durduğumu gördüklerinde onlarda
oturdular. Canım birden domates ekmek çekti. Tıpkı eski günlerde
olduğu gibi . torbanın ağzını açıp bir elime ekmek diğerine domatesi
alıp koca bir ısırık aldığım domatesin yarısı gitmişti. İçimden yok
böyle bir lezzet dedim. Burada hayatın her şeyinden alınan lezzetin
tarifi imkansızdı. Derecik en son bir gözede bittiğinde daha
yukarıda su bulamayacağımızı anlayıp bidonumuzu doldurduk. Artık
benim molalarım giderek sıklaşmaya başlamıştı. Nefes almam giderek
zorlaşmaya başlamıştı. Ter bütün vücudumu kaplamıştı. dağın ortasına
gelmiştik. Tekrar arabaya baktığımda artık tavanı görünüyordu ve
epey küçülmüştü.
Dik
çıkmak zorlaştığında yatay ilerlemeye başladık , dağın öteki yüzüne
geçip zikzak yaparak yükselmeye devam ettik . etrafımızdaki
tepelerin zirvesini geçtikçe uzakları görmek daha da kolaylaşmıştı.
Bu sırada aradan 2 saat geçmişti tırmanmaya başlayalı. 15 dakikalık
uzun bir mola vererek bünyemizin yüksekliğe alışmasına fırsat
verdik. Artık Aydıntepe ovası görünüyordu. Ardından Bayburt’a doğru
baktığımızda doğu istikametine doğru uzanmış Erzincan dağları gri
siluetleri ile ufuk çizgisini oluşturuyordu. Zirveye yaklaşık 20
dakikalık mesafe kalmıştı elimizdeki tüm yükleri koca bir kayanın
ardına koyduk. Zirve dönüşü konaklama yeri olarak seçmiştik. Artık
havanın şekli değişmişti tepemizdeki güneş daha yakın görünmesine
rağmen daha az ısıtır olmuştu . kafamdan bir taraftan duman
çıkıyordu ıslanmadık saçım kalmamıştı ama soğuyan hava esintisinde
üşümeye başlamıştı. Kafanı örtecek bir şey aramıştım. Ama yanımda
bir şey yoktu. Atletimi çıkarıp kafama sardım, hem terimi emiyordu
hem de üşümem kesilmişti. Etrafımızda geven sayısı da giderek
azalmaya başlamıştı. Bu sırada zaman zaman küçük bulutlar zilfonun
tepesinden aşarak üzerimizden hızlı hızlı geçip Bayburt’a doğru yol
alıyorlardı. Boyları 20 santimi geçmeyen kurumuş otlar rüzgarda kısa
kısa salınıyorlardı. Doyumsuz manzaralar karşısında bolca resim
çekiyordum. Aşağımızda ali sivri tepesi ve gavur kalesinin zirvesi
eski ihtişamını kaybetmiş gibiydi. Akkayaların yamacına serilmiş
koyun sürüsü dağda sarımtırak bir leke gibi duruyordu.
Nefes aldıkça kalkıp inen göğsümün altındaki kalbim deli gibi
atıyordu . aldığım hava bana yetmez olmaya başlamıştı. Gözlerime
dolan terler artık yakmaya başlamıştı. Ama zirveye ulaşma hevesi
aklıma geldikçe adımlarıma gayret gelmişti. Bu sırada sırt hattında
yaklaşık 500 metre mesafede yürüyen bir insan silueti görünce tüm
dikkatimizle onu takip etmeye başladık bunca yüksekte birisine denk
geleceğimizi hiç düşünmemiştik. Kimdir, necidir diye aramızda yorum
yapmaya başladık . elinde uzunca bir şey vardı . bizi oda fark
etmişti. Yavaş yavaş tepeye doğru gidiyordu. Biz yolumuza devam
ederken önümüze çıkan kayalık yüzünden onu gözden kaybetmiştik. En
geride yine ben yürüyordum. Bir müddet daha yürüdükten sonra
gözlerim Ayhan’ı ve Muammer’i aradığında onları bir kayanın
yamacında elindeki değneğin kabuğunu çakı ile soyan çoban görünümlü
bir adamın yanında oturmuş sohbet ettiklerini gördüm.
Kısa zayıf vücudu ve kısalmış eski çeketinin şişkin cepleri vardı
ayaklarındaki karalastikleri iki kat giydiği çoraplar yüzünden
dolgundu. Baklava dilimli fesinin mor rengi güneşte ağarmıştı.
Yanlarına yanaşıp selam verdim. Güneşte bronzlaşmış çizgili yüzüne
oturttuğu muhabbet dolu güleç yüzü ile candan selamımı aldı. Adı
Halil İbrahim di. Ben nefes almakta ne kadar zorlanıyorduysam Halil
İbrahim de o kadar rahattı. Ama esas benim canım buralara ilk biz
ayak basmamız gerekti. Sanki bir bakir isteğimiz çalınmış gibi
hissettim.
Dile kolay 2200 metre yükseklikteki Zilfo’ya tırmanmak 30 yıllık
hayalimdi. Sanki zilfo beni hep bu bakir haliyle bekliyordu diye
geçiyordu içimden. Zilfo gelişime sevinmedi mi acaba diye üzülmeye
de başlamıştım. Bütün bunlar aklından geçerken artık
tırmanmadığımızı yatay gitmeye başladığımızı fark etmiştim. Zirveye
yakındım demek ki. Önümüzde genişce, birkaç futbol sahası
büyüklüğünde bir alan vardı. Oda ne ? aman tanrım !.. ilerimizde
birkaç inek otluyordu. Şaşkınlıktan birbirimize bakakalmıştık en
arkada da Halil İbrahim. Bunca yüksekte bu hayvanların ne işi var?
meğer bizden başka inekler de zirve yapmış!. Ama olsun ben
tımanmıştım ya bu dağı onun keyfini çikarmaya başladım.
Genişce
düzlüğün en orasında ve kuzey ucunda birkaç metrelik iki yükseklik
daha vardı ve onların ortalarında taşlardan örülerek yükseltilen
zirve taşları vardı. ilk önce ortadaki bir buçuk metrelik zirve
nişanın üzerine çıkarak avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım.
Ayhan ve Muammer de bana bakıp gülüyorlardı. Ama benim keyfim
yerinde idi. Nişandan aşağıya inip öteki yükseltiye yöneldik bu
sırada rüzgar oldukca kuvvetli idi, öbek öbek bulutlar, giderek daha
büyük ve daha hızlı geçmeye başlamıştı. Saat öğleni bir saat kadar
geçmişti balkarın çıkması yaklaşmıştı demek . ama tadını çıkarmadan
inmek istemiyordum.
Zirvede yarım saati doldurduktan sonra yavaşça eşyaların
yanına yollandık . aşağıya doğru inerken içime tarifsiz bir sevinç
dolmuştu , mutluydum . koca kayanın yanına varıp güzelce bir yar
bulup oturdum. Ayhan ilk olarak tüpü yaktı ve rüzgar almayan kayanın
bir kovuğuna yerleştirip üzerine tencereyi koyup menemen yapmaya
başladı bir kenarda ben sigaramı içerken muammer de düz taşlardan
sofra yapmaya başlamıştı.
Her şey tamamlandığında , Gebze den getirdiğim o kıymetli
peyniri mide sofraya koyduğumuzda mükemmel renkte bir demlik
çayımız ve yanında bol tereyağlı bir tencere menemenimiz vardı. Ard
arda koca koca yuvarladığımız lokmalarla gittikce şişen midelerimiz
gözlerimizin daha da canlanmasını sağlamıştı. Her şey o kadar
lezzetliydi ki doymak nedir bilmiyorduk. Yaklaşık yarım saat süren
yemek faslından sonra yanımda getirdiğim iki havana purosunu
çıkarıp yaktık Ayhan la. Bu zirve yapmayı başardığımız için
kendimize verdiğimiz bir ödüldü. Bunu hak etmiştik. Ardından
muammerin diktiği boşattığımız su bidonuna doğru nişan atışlarımız
başladı . attıkça atasımız geldi , öyle ki en sonunda bütün
tabancaların çaydanlıktan farkı kalmamıştı artık hepside bir
çelikti. Hiç mermimiz kalmamıştı.
Artık mısır tanesi kadar görünen arabaya doğru her şeyi
toplayıp yollandığımızda üzerimizden geçen bulutların ebatları
büyümüş rüzgar çok daha fazla keskin esiyordu. Sırtımızdan vurdukça
bizi dağdan aşağıya doğru daha da hızlıca sürüklüyordu. Sanki bir an
önce dağdan kovmak iste gibiydi. 2 buçuk saatte çıktığımız dağı
yarım saatlik bir yürüyüşle geldiğimiz yerden tekrar inip arabaya
bindiğimce herkesin yüzünde tatlı bir yorgunluk vardı.
Hiçbir şey hayal etmedikçe başarılamıyor, yeter ki istemek ve
beklemek lazım. Tüm hayallerinizin gerçekleşmesi dileğiyle |